Ihlamur ağacının gölgesinde soluklanan sadece çocukluğum değildi elbette. O ıhlamur ağacının gölgesinde dinlenen, neredeyse yüz yıllık bizim eski evde Ihlamur ağacının serinliğinde gölgelenir, dinlenir, şifa bulur, tatlı kokusuyla hemhal olurdu. Bizim eski evde her sabah başka başka uyanırsınız da değişmeyen tek şey dedemin günlük ritüelleridir.
Her sabah mütemadiyen sabahın ilk ışıklarıyla ezan sesiyle uyanırdı dedem. Ben onu tanıdım tanıyalı yaşlıdır dedem. Elleri yüzü ve bakışları yıllarının izlerini saklayamaz. Yaşadığı derin acıları da içine işleyen hüznünü de bakınca anlarsınız. Bu çizgilerin arasına evlat acısı ve hasreti de sinmiştir elbet.
O saatlerde pek uyanamayan ben nasıl olur da onun bu hallerini hatırlarım bilmiyorum. Sanıyorum zaman zaman uyanırdım o saatlerde. Sabah namazının ardından mutfağa yönelirdi dedem, kimsecikleri rahatsız etmeden, kimseden hizmet beklemeden girer mutfağa. İçmeden edemediği bir fincan şekersiz Türk kahvesini kendi elleriyle özene bezene, ağır ağır pişirir. Zaten kahvenin güzelliği de oradan gelir, Küçük ve kullanılmaktan eskimenin ötesine geçmiş yıpranmış cezvesinde kaynatır kahvesini. Etrafa yayılır kahvenin davetkar kokusu. Tüm bunlar olurken tarihin en eski dönemlerinden kalma bir radyoda TRT Ankara Radyosunun değerli sanatçılarının eşsiz yorumlarıyla bir birinden güzel türküler dinlenir. Mutfağın kücücük yukarıya doğru sürülerek açılan mavi ahşap penceresinin kenarına iliştirilen o radyo kahvenin son yudumları içilene kadar kendi kendine çalar durur. O küçük ahşap pencere yaz kış açık olur, içeriye yeni günün bereketi dolsun diye mi nedir, hep açıktır pencere. Pencereden görünen manzara bugün bile aynıdır. Göz alabildiğine ağaç , göz alabildiğine gökyüzü. Çiğ düşer çimenlerin üzerine. Yaz ortasında bile serin olur her sabah buralar. Üzerine bir hırka almazsan üşürsün ağustos ortasında bile. İşte o nedenledir ki sabah erkenden yataktan çıkmak istemezdim ben.
Dedemin her sabah kendiyle başbaşa geçirdiği özel anlardı bunlar. Kimsecikler karışmazdı ona, o kendi halinde yapardı kahvesini, dinlerdi radyosunu. Bir kahve içimlik keyfi vardı şu dünyada , hep koşturmuş, hep çalışmış, hep yorulmuş bedenini ancak böyle dinlendirirdi besbelli. Hiç onaylamasam da bir tane de tütün sarardı kendi elleriyle, ağır ağır, özene özene. Keyifle tüttürürdü cigarasını. O sigaranın kokusu bile bir başka gelirdi burnuma.
Her sabah ‘dağlar seni delik delik delerim, kalbur alır toprağını delerim ‘ türküsü yankılanır durur sabahın ilk ışıklarıyla. ‘ cevizin yaprağı dal arasında, güzeli severler bağ arasında ‘ ve ‘ hastane önünde incir ağacı ‘ birde ‘ah yalan dünya ! en sevdiklerimden, Çocukluğumdan kulağımda asılı kalan bu türküler dün gibi aklımdadır. Uzun havalar, ağıtlar , bazen eğlenceli bazen hüzünlü her türkünün ayrı bir yeri vardır gönül telimde. Zaman olur bir tınısını duysam çocukluğumdaki pek çok anın tam ortasında buluveririm kendimi. Bazen bir koku, bazen bir ses alır götürür beni kalbimin inşaasına, çocukluğuma. Ne kıymetli şeydir şu çocukluk.
Cızırtılı o eski radyodan evin her yanına dağılan türkü sesleri, eskimiş bir küçük cezvede pişen Türk Kahvesinin insanı sarhoş eden kokusu, pencereden içeriye yayılan taze günün çiğ bereketi çocukluğumun izlerini saklar durur. Şimdilerde duyduğum hiçbir türküye kayıtsız kalamam ben, ve Türk Kahvesi içmediğim tek bir günüm yoktur…Neden acaba?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder