28 Haziran 2015 Pazar

BİZİM EVİN HALLERİ. 1

Bizim ev 3 katlı, ahşap kerpiç karışımı 1954 yılında iki erkek kardeş tarafından , kendi elleriyle yapılmış eski bir dede yadigarı. Evi kutsal yapan da bu galiba. Her yanı emek, her yanı alın teri, her yanı sevgiyle yapılmış, yuva olsun diye canla başla inşa edilmiş.
Bu iki kardeş pek anlaşamıyorlar nedense. O dönemim erkeklerinde, erkekliğin ıspatı niteliğinde bir sinirlilik, her şeye parlama hali mevcut. Belki de ara ara bir birlerine racon kesen hallerini gördük yıllarca. Belki de hiç biri gerçek değil, öylesine…
Küçük dünyam da dedem ve kardeşi Sadık amcam çok büyük ve heybetliydiler. Onlara ulaşmak hiç kolay değildi. Hatta öylesine küçük hissederdim ki kendimi, önlerinden geçsem görmüyorlar sanırdım. Öyle heybetli, öyle görkemliydiler yani…


Bizim ev köyün dışında kocaman bir tarlanın tam yanı başında kendi halinde bir ev. Diğer akrabalarımızın da yine tarihi hemen hemen aynı yıllara tekabul eden iki evi vardı. Pencereden seslenme mesafesinde, son derece iç içe üç ev. Bu evlerin en hareketlisi bizimkiydi. İçinde  yaş aralıkları en fazla beş olan, aralarında benim olduğum sekiz tane küçük çocuk, ikisi dedemin oğlu diğeri büyük amcamın oğlu olan evlatlar ve onların hanımları. E tabi bir de babaannem.

Bu ev köyde yaşayan insanların tarlalarına giderken önünden geçmek durumunda kaldıkları için hiç misafiri eksik olmayan bir evdi. Hatta öyle ki, gelip geçen yesin içsin diye her gün mutlaka kek pişirilik, sütlaç yapılırdı. Demlik her daim hazırdı. Daha patika yolun ucundan görünen bir insan gölgesiyle hemen ateşlenirdi aygazın altı. Bu evin önünden öylece geçip gitmek pek mümkün değildi. Babaanemin adı Gülizar. Ona tüm köylü Gülizar Ana der. Gülizar Ana bizim köyde önemli bir karekterdi.
Tarlalarına çalışmaya giden  köy ahalisi için dedem evin bahçesine  bir masa bile kurdu. Kendi elleriyle yaptı masayı. Masanın etrafına toplanılır, çaylar içilir, kekler yenilir, uzun uzun sohbetler edilirdi. Akşamüstlerinde o masanın etrafında toplanan biz çocuklar, ikindiden kalan çay ve keki yerken sohbetler eder, çok eğlenirdik. O günlerde hiç hafızamdan silinmeyen akşamüstü sohbetleri vardır zihnim her köşesinde.

Gülizar Ananın hatırı sorulmadan , çayı içilmeden geçilmezdi bizi evin önünden. Çocukluğum çay servisi yapmakla, kek pişirmekle ve sütlaç yapmakla geçti desem ağır olmaz herhalde.

Gelen herkes hal hatır muhabbetinden, gırgır şamatadan sonra başlardı ağlanmaya, yakınmaya. Çocuklarının vafesızlığını anlatan mı dersin, karısının dırdırından başı şişen adam mı dersin, kocasının dayağından bıkan kadın mı dersin, ne ararsan vardı. Gülizar Ana tam bir dert ortağıydı onlar için. Şimdilerde ben yakınan, dert yanan insanlardan pek hoşlanmam. Kendimde neredeyse hiç yakınmam, şikayet etmem. Çünkü o anlarda bir insanın vücudunun girdiği şekli şemali çok iyi bilirim. Çirkindir yakınan insan, bedeninden çok ağır bir enerji taşar ve karşısındakini bunaltır daraltır, yorar. İşte o hali sevmeyişim bundandır.

İşte o nedenledir ki, çocuklarımdan hiç yakınmam şikayet etmem. Yaşadığım herşeyin geçici olduğunu hep kendime hatırlatır, o anları keyif haline dönüştürmenin yollarını ararım. Çocukluğumda bizim evin bahçesindeki masanın etrafında toplanan o koca insanların sohbetlerinden sağ cebime koyduğum en önemli kazançlarımdan bir de buydu işte…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder